DerlediklerimizGüncel

Aditya Bahl | Hindistan’da tarım kapitalizmi ve direniş

"Toplumun en zayıf kesimlerini bünyesinde barındıran bu ayaklanma, sağcı Hindistan hükümeti ve ona bağlı milliyetçi çeteler tarafından ağır bir şiddet ve karalama kampanyasının da hedefi haline geldi"

Son iki ay içinde, Hindistan’ın farklı bölgelerinden neredeyse 500 bin çiftçi ve tarım işçisi Yeni Delhi’ye akın etti. Hindistan Halk Partisi (BJP) liderliğindeki sağcı Hindistan hükümetince yakın zamanda kabul edilen üç tarım yasasının yürürlükten kaldırılmasını talep ediyorlar.

Protestolar ilk defa geçen yılın ağustos ayında Pencap’taki çiftçi ve işçilerin, devlet otoyollarındaki çok sayıda gişeyi, tren istasyonunu, alışveriş merkezini, birkaç farklı şirkete ait termik santrali, benzin istasyonunu ve alışveriş merkezini işgal etmeye ve kapatmaya başladıklarında patlak verdi. Birkaç ay geçtikten sonra, protestolar çoğaldı ve bu çiftçi ve işçilerden binlercesi ulusal başkente doğru yürümeye başladı.

Kasım ayının sonlarında, polis birlikleri ve paramiliter güçlerle birkaç gün süren çatışmalardan sonra, ulusal başkenti kuzeydeki eyaletlere bağlayan otoyolları işgal etmeyi başardılar. 32 çiftçi ve işçi sendikası tarafından yönetilen bu tarihi işgaller, gece gündüz süren halk mutfakları, açık kütüphaneler, film gösterimleri ve siyasi toplantılardan oluşan 16 kilometre uzunluğundaki bir geçit törenine dönüştü.

Bahsi geçen yasalar, Hindistan’ın tarım sektörünü devasa büyüklükteki yerli ve yabancı tarım şirketlerine açmayı hedefliyor. Daha açık söylemek gerekirse, BJP liderliğindeki hükümet, ilkin Kongre Partisi’nin (Hindistan Ulusal Kongresi) Pencap’ta Yeşil Devrim’i başlattığı 1960’ların ortalarında uygulamaya geçen tarım piyasaları üzerindeki devlet denetimini ortadan kaldırmayı planlıyor.

İlk yasa çiftçileri, ürünlerinin şu anda devlet tarafından garantili bir asgari destek fiyatından (MSP) alındığı ve devlet tarafından düzenlenen pazarlar dışında satmaya teşvik ediyordu. İkinci yasa, özel tüccarlar ve aracılar tarafından tahıl stoklamakla ilgili mevcut kısıtlamaları esnetirken, üçüncü yasa sözleşmeli tarımı hayata geçirmek için gereken yasal çerçeveyi oluşturuyor.

Hükümet, tarımsal satış ve dağıtım alanlarını düzene sokarak, bu yönetmeliklerin, çiftçilere, ürünlerini kime ve ne kadara satmak istediklerini doğrudan kontrol altına alma şansı vereceğini savunuyor. Bu yaklaşım, sözde, çiftçileri, devlet tarafından kontrol edilen pazarlarda ürünlerinin taşınması ve satılması için bel bağladıkları küçük aracılara ve komisyoncu acentelere olan bağımlılıktan kurtaracak. Ulusal medya, sömürge sonrası Hindistan’daki yeni bir tarımsal büyüme döngüsünün temellerini attığı için BJP hükümetini açık biçimde desteklerken, sürmekte olan işgalleri sol örgütlerin önderliğindeki ‘ulusa karşı bir komplo’ diyerek kınıyor.

YENİ TARIM YASALARI NEYİ HEDEFLİYOR?

Birkaç hafta önce, Yeni Delhi’nin Singhu sınırında, Pencaplı bir öğrenci liderinin dikkate değer bir önseziyle bu tarım yasalarının zalimane gerçeklerinin ana hatlarını çizdiğine tanık olduk. Kendisi, bu yasaların çiftçileri güçlendirmek yerine, onları yakında ülkenin tarım sektörünü sömürmeye başlayacak şirketlere daha da bağımlı hale getireceğini ifade etti. Sözleşmelerin, özellikle de satıcılarla alıcılar arasındaki ilişkinin yapısal açıdan eşit olmadığı bir durumda, hiçbir şeyi garanti altına almayacağı hususunda uyarıda bulundu.

Netice itibariyle çiftçiler, özellikle de yeterli depolama alanından yoksun olan küçük çiftçiler, fiyat ‘yeterli’ olmasa bile kendi ürünlerini hemen satmak zorunda kalacaklar. Aksi takdirde, açlık ve yoksulluk tehlikesi yaşayacaklar. Bu esnada, tarımsal ticaret açısından satış fiyatı yalnızca kaprisli arz ve talep zorunlulukları tarafından dayatılacak. Bundan da önemlisi, bu öğrenci lideri, yeni özelleştirilen pazarların yalnızca çiftçilerin ürünlerini satmaları için tarafsız bir satış noktası olarak hizmet etmeyeceğini de dile getirdi. Bundan ziyade, çiftçilerin bu pazarlara olan bağımlılıkları yakında tekelleşecek ve çiftçiler gittikçe artan biçimde tam olarak bu büyük şirketler için ve onlar aracılığıyla üretmek zorunda kalacaklar. Ve neticede, bu şirketler bütün pazarı ele geçirecekler.

Öğrenci lideri, tarımsal üretimin tarım piyasasına nasıl bağımlı olacağını göstermek için, Maharashtra’daki üzüm çiftçilerinin proleterleştirilmesine (topraksız işçilere dönüşmesine/ç.n.) atıfta bulundu; bu çiftçiler, piyasada bir ‘şarap bolluğu’ yaşanmasının ardından, üzüm yetiştirmeye ancak şarap endüstrisi kendilerine kazançlı anlaşmalar teklif ettikten sonra başlamış olsalar da, şarap şirketleri üzümleri almayı ya da çiftçilere aidatlarını ödemeyi açık biçimde reddettiler.

Piyasa çöktüğünde yeni kurdukları üzüm bağlarında batağa saplanan çiftçiler, hayatta kalabilmek için topraklarını satmak zorunda kaldılar. Öğrenci lideri parlak analizini sonuçlandırırken, hem Pencap hem de ülkenin kalan kısmında kitlesel bir topraksızlaşma ve borçlanma gölgesinin büyüdüğünü duyurdu.

Aylar önce, ilk işgaller Pencap’ta tomurcuklandığında, sekiz yaşındaki bir çocuk Pencaplı bir gazeteciyle yaptığı röportajda benzer bir sonuca ulaşmıştı. Bununla birlikte, o, bir adım daha ileri giderek deneyimli ve görmüş geçirmiş bir taban militanının alaycılığıyla, çiftçi ve işçilerin BJP liderliğindeki sağcı hükümeti yok etmek zorunda kalacağını, çünkü bu yasaların uygulanmasını durdurmak için başka bir yol olmadığını ifade etti.

Birkaç gün sonrasında, Yeni Delhi’ye doğru traktör sürmekte olan yaşlı bir kadın işçi, başka bir gazeteciye, bu yasaların yalnızca var olan MSP sistemine zarar vermekle kalmayıp aynı zamanda (ikisi de Hindistan’ın milyarder seçkinlerinden olan/ç.n.) Ambani ve Adani ailelerinin de önünü açacağını dile getirdi. Yaşlı kadın, bu yasaların en sonunda küçük ve orta ölçekli çiftçilerin büyük kısmını topraksızlaştırırken, zaten yaygın olan topraksız işçilerin sömürülmesini daha da yoğunlaştıracağının altını çizdi.

Kapitalist şiddet, sıradan emekçi insanları siyasal ekonominin saygıdeğer eleştirmenlerine ve bu konuda dikkate değer ölçüde akıllı insanlara dönüştürmenin eşsiz bir yolunu içinde barındırır. Daha önce Jairus Banaji tarafından ‘ticari kapitalizmin bir türevi’ diye betimlenen ve sağcı propaganda makinesi tarafından yaygın biçimde ‘Yeşil Devrim 2.0’ adıyla pazarlanan yeni yetme tarım rejiminin farklı yönlerini dile getiren bu insanlar, başka neleri ifade edebilirler?

Diğer yandan, popüler cazibesine karşın, bu anti-korporatizm* söylemi bazı tanıdık sınırlara giriyor. Özellikle de, BJP’nin neden Hindistan’ın tarım piyasalarındaki devlet denetimini büyük bir hışımla lağvettiğine ya da Kongre Partisi’nin neden ilk etapta bu eyalet bazlı düzenlemeleri uygulamaya koymaya karar verdiğine ilişkin göreceli bir netlik eksikliği tespit edilebilir. Bu sorunun ilk kısmı için popüler solun hazırda bir yanıtı varmış gibi görünüyor; yani tam olarak BJP’nin, ülkenin kamu altyapılarını kapitalist şirketlere satmaya eğilimli yozlaşmış faşistlerin bir partisi olduğu. Bu açıklama gayet makul görünüyor.

Ve yine de, özel şirketlere yönelik bu tek fikirli odaklanma, mevcut krizin kökenlerinin BJP’nin yanlış yönlendirilmiş politikalarında yattığı inancıyla birlikte, hikâyenin yalnızca yarısını anlatıyor. Başka şeylerin yanı sıra, ‘Yeşil Devrim 2.0’ diye adlandırılan şeyle asıl Yeşil Devrim arasındaki uzun süreli ilişkileri görmezden geliyor.

Şu an itibariyle, Yeni Delhi’nin çevresinde gerçekleşen işgaller, eski ile yeni arasında bir sarsıntı yaratıyor; eski rejimi korumak isteyen ve tarımsal kapitalizmle mücadele etme niyetinde olanlar ile kast temelli ve cinsiyete dayalı hiyerarşilerin değişken yeniden üretimi arasında, devrimci politika açısından sarsılmaz bir şekilde dengelenmeye devam ediyor.

Bu kitlesel hareket büyümeyi sürdürür ve çeşitli siyasi vaatleri geniş bir anti-kapitalist birliğe damıtırken, eğer becerebilirse, bu makale şimdiye kadar bu hareketin kaydettiği heyecan verici ilerlemeyi özetliyor. Öncelikle, çiftçiler ve tarım işçilerinin tarlalarından çıkıp otoyol ve tren istasyonlarının, gişelerin ve benzin istasyonlarının dağıtım ağlarına sıçrayarak yaptıkları taktik doğaçlamaların izini sürüyor. Ve ardından, bu doğaçlamalara, sömürge sonrası Hindistan’daki tarımsal modernleşme tarihince nasıl aktif biçimde aracılık edildiğini inceliyor.

Diğer herhangi bir siyasi mücadele gibi, bu kitle hareketi de geçmişten bugüne aktarılan koşulların sınırlamaları altında, tarihin kıvrımları içinde gelişiyor. Bu koşullar, işgallerin sınıf ve kast bileşimlerinden üç tarım yasasının iptali için dile getirilen yaygın talebin etkinliğine kadar, sürmekte olan protestolarla ilgili her şeye yol gösteriyor. Bundan dolayı, özellikle de tek başına bu tarımsal rejimlerin neden yükselip çöktüğünü, iktidardaki hükümetlerin neden kapitalizmin bağımlı ajanları haline geldiklerini ve son olarak da kapitalizme karşı savaşarak halkını savunması hususunda sömürge sonrası bir devlete neden güvenemeyeceğimizi anlamamıza yardımcı olacağı için, -Yeşil Devrim ile Yeşil Devrim 2.0 arasındaki- bu kontrolsüz geçiş zorunlu hale geliyor.

1960’LAR: ÖTEKİ DEVRİM

Yeşil Devrim, ABD’nin desteklediği Yüksek Verimli Çeşitlilik (HYV) programı, tohumlar, kimyasal gübreler, traktörler, sulama tesisleri ve yeni kredi mekanizmalarından oluşan bir paketti. Tarımsal üretkenliğini artırarak ve bu yolla bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerde toprak reformu ve diğer kaynakların yeniden dağıtılması doğrultusunda dile getirilen yaygın sosyalist talebi geçersiz kılarak, Üçüncü Dünya’daki kronik açlık sorununu çözmek üzere tasarlanmıştı.

Kongre Partisi, gıda egemenliğini oluşturmak ve bu sayede Hindistan’ın USAID’in (BM Gıda Programı’nın) gıda yardım programlarına olan ‘yeni sömürgeci’ (ing. ‘neocolonial’) bağımlılığından kurtulması için umutsuz bir girişimde bulunarak, 1960’ların ortalarında Pencap’ta bu yeni bilimsel ve teknolojik imkânları sahaya sürdü. İronik bir şekilde, sömürge sonrası Hint devleti, ilk başta egemenliğini tehdit eden küresel güç tarafından tasarlanan ve yaygınlaştırılan bir tarım kapitalizmi modelini uygulayarak, daha yeni kazandığı siyasi egemenliğini savunmak üzere yola çıktı.

Kongre Partisi, bu yeni bilimsel ve teknolojik imkânların kullanılmasını teşvik etmek amacıyla bir dizi benzeri görülmemiş müdahalede bulundu. Bu dönemde, çiftçilerin garantili bir asgari destek fiyatıyla istedikleri miktarda tahıl satabildikleri, devlet tarafından denetlenen bir ‘mandis’ (pazar alanları) ağını kurdu. Var olan Kamu Dağıtım Sistemi’ni geliştirdi, yeni tohum çiftlikleri ve araştırma laboratuvarları, kamulaştırılmış bankalar ve kooperatifler kurdu ayrıca sulama ve ulaşım için yeni altyapılar inşa etti. Ne var ki bu müdahaleler tarımsal üretimin yeni ve sermaye odaklı bir biçiminin hemen kök saldığı uygun koşulları yaratma gereğinden kaynaklandığı için, pek de efsanevi sosyalist ‘refah’ iddialarıyla yönlendirilmemişti.

Beklendiği üzere, sömürge sonrası devlet yeni bilimsel ve teknolojik girdileri sübvanse edip çiftçilere yeni yatırımları için kesin bir kazanç garantisi verdikten sonra, Pencap’taki çiftçiler hızla yeni olanaklara yatırım yapmaya başladılar. 1974-75 yıllarına gelindiğinde, Pencap’ta bulunan ekili alanların yaklaşık yüzde 73’ünde HYV tohumları ekmişlerdi ve ülkenin kalan kısmına oranla ekili alan başına neredeyse 10 kat daha fazla gübre ve böcek ilacı ile 22 kat daha fazla traktör kullanıyorlardı.

Ardından gelen on yıllar süresince, yeni tarımsal kapitalizm rejimi açısından gerçek bir bahar dönemi gibiydi ve verimlilik oranları ve benzersiz kârlarla bereketli bir hasat sağladı. 1991 yılına gelindiğinde, ülkedeki ekili alanlarının yüzde ikisinden azına sahip olmasına karşın, Pencap eyaleti, Hindistan’ın toplam tahıl üretimi içinde buğdayın yüzde 60-70’lik, çeltiğin ise yüzde 50-55’lik kısmını üretiyordu.

Öte yandan,  tarımsal verimlilik bağlamında artmaya başlayan kazançlar, Pencap’ın tarımsal yaşamında gerçekleşen ciddi yapısal değişimlere dayanmaktaydı. Yeni bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayan ‘marjinal’ çiftçiler, orta ve büyük ölçekli çiftçilerle artan rekabet nedeniyle topraklarını kaybetmeye başladılar. Birkaç yıl içinde binlerce marjinal veya kiracı çiftçi, topraksız işçiye dönüştü ve 1970’lerin ortalarında Pencap’taki topraksız işçi sayısı neredeyse iki katına çıkarak eyaletteki tarımsal işgücünün yüzde 32’sine ulaştı. 1975 yılına gelindiğinde, Pencap kırsalındaki tüm zenginliğin yüzde 75’inden fazlası, en zengin hanelerin yüzde 10’una ait hale gelmişti. Ve 1980’e gelindiğinde, Pencap’taki kırsal nüfusun neredeyse yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında yaşamaktaydı.

1995-96 yıllarına geldiğimizde, marjinal çiftçilere yönelik devam eden kamulaştırma ve orta ve büyük çiftçiler tarafından arazilerin tekelleştirilmeye devam edilmesi arasındaki ilişki, bir tür zararlı bir eşgüdüm kazanarak tam anlamıyla aleni bir hale gelmişti. Ekilmekte olan ‘marjinal’ arazilerin sayısı yüzde 37’den yüzde 18’e inerken, ikincisi (yeni tip tarım yapılan araziler/ç.n.) yüzde 38’den yüzde 57’ye çıktı.

Yeşil Devrim’in hayata geçirilmesi tahıl üretimini hızla artırmış olsa da onları satın almaya gücü yeten insan sayısını önemli ölçüde azaltmıştı ve böylece, gerçek hayatta, Marx’ın kapitalizm altında “bir uçtaki sermaye birikimi … aynı zamanda… karşıt kutupta, yani sermaye olarak kendi ürününü üreten sınıfın tarafındaki sefalet birikimidir…” şeklindeki iddiasını kanıtlamıştı. Ve bu denklem o zamandan beri git gide daha korkunç bir hale geldi.

Yeşil Devrim ilk etapta gıda egemenliğini sağlama niyetiyle pazarlanmış olsa da, o zamandaki sömürge sonrası Hint devleti bu hedefi epeyce aşmış gibi görünüyor.

Hindistan, şu anda en büyük pirinç ihracatçısı ve dünyanın ikinci büyük buğday ve pirinç üreticisi konumunda. Haziran ayında yapılan tahminlere göre, Hindistan Gıda Kurumu Merkez Havuzu, normalde ‘güvenlik stoku’ olarak öngörülenin iki katından fazla miktarda, yani 97 milyon ton birikmiş tahıl stokuna sahipti. Ve verimlilikte görülen bu kadar şaşırtıcı bir ilerlemeye rağmen, günümüzde her 10 çocuktan dördü yetersiz besleniyor, ülkedeki 15-49 yaş arası kadın nüfusunun yarısından fazlası kansızlık sorunu yaşıyor, ülke nüfusunun yüzde 32’sinin gıda güvencesi yok ve Hindistan dünyadaki toplam gıda yetersizliğinin yüzde 22’sini bünyesinde barındırıyor.

Shramik Samvad (Nagpur) ve Mazdoor Samanvay Kendra tarafından ortaklaşa yayınlanan yeni bir broşür, bu ezici sayıları bir perspektif içine yerleştiriyor: “(üretimde görülen) bolluk, ihtiyaç fazlası üretimden kaynaklanmıyor,  Hint nüfusunun büyük bir bölümü açlıktan mustarip olduğu için ambarlar dolu… Ülkenin yeterli tahılı var zira nüfusun büyük kısmının tahıla ulaşması engellendi.”

Yeşil Devrim’in kapitalist baharı, artan tarımsal makineleşme seviyelerine bağlı olan tarımsal üretkenlik düzeylerindeki yükselişle belirginleşmişti. Zaman geçer ve ikincisi üst sınırına yaklaşırken, verimliliğin getirdiği kazanç çizgisi de düzleşmeye başladı. 1991 yılına gelindiğinde, Pencap’ın ekilebilir topraklarının yüzde 96’sı başarıyla kullanılıyor, bütün ekili arazilerinin yüzde 95’i başarıyla sulanıyor ve hasat edilen ekili alandaki mahsul yoğunluğu düzeyi yüzde 176 gibi şaşırtıcı bir orana erişiyordu. Son olarak, 2002-2003 yıllarında, Yeşil Devrim sonrası dönemde ilk kez, Pencap’taki tarımsal büyüme aslında yıllık bazda yüzde 2.38 oranında azaldı. Pencap’ta tarımsal verimlilik ve kârlılık oranı yeni durgunluk diplerini gördükçe, peş peşe yaşanan ekonomik durgunluk ve ekolojik çöküş krizleri her zamankinden daha dikkat çekici bir hale geldi.

Şu anda Pencap’taki çiftçi ailelerin yaklaşık yüzde 65.4’ü borçlu ve bu büyüyen borçluluk halinin neticesinde, 1990 ve 2006 yılları arasında 90 bin çiftçi intihar etti. Daha da önemlisi, eşzamanlı topraksızlık ve borçluluk döngüsü görünür biçimde kast sınırları boyunca birikmiş durumda. Açık biçimde söylemek gerekirse, toprak sahiplerinin çoğunluğunu üst kast olan Jatlar oluştururken, Pencap’ın topraksız tarım işçilerinin büyük kısmını Dalitler oluşturuyor. Eyaletteki nüfusun yaklaşık yüzde 32’sini oluşturmasına karşın, Dalitlerin sadece yüzde 3.5’i bir tarım arazisine sahip. Bununla birlikte, 2011-12 Ulusal Örnek Anketi’ne göre, Pencap kırsalındaki tarım işçilerinin yüzde 86’sı Dalitlerden oluşuyor. Ayrıca, yaygın tarımsal modernizasyona rağmen, büyük Jat toprak sahiplerinin Dalit erkeklerini ömür boyu ‘borçlu işçi’ (bir nevi köle/ç.n.) olarak çalışmaya zorladığı kötü şöhretli ‘siri’ uygulaması yaygın biçimde sürüyor. Bir tahmine göre, şu anda neredeyse 500 bin Dalit, Pencap kırsalında borçlu işçi olarak çalışıyor.

Sürmekte olan bu siyasi-ekonomik kargaşa, Pencap’taki doğal yaşamın ağır ağır yok edilmesiyle daha da karmaşık bir hale geldi. Tarım alanlarının yaklaşık yüzde 92’sinde şu anda HYV buğday ve çeltik dönüşümlü döngüler hakim ve bölgedeki ekolojik çeşitlilik geri dönülemez bir şekilde hasar görmüş gibi görünüyor. Aynı esnada, artezyen kuyuları ve dalgıç su pompalarının yaygın biçimde kullanılması, yeraltı suyunun endişe verici düzeyde düşük seviyelere kadar inmesine yol açtı. Buna karşılık, sentetik gübre ve pestisitlere yaygın bağımlılık, su ve toprak kirliliğinin rekor bir düzeye ulaşmasına yol açtı. Netice itibariyle, Pencap’ın belirli bölgelerinde, aralarında kanserin de bulunduğu bir takım genetik hastalıklar bölgeye has bir niteliğe büründü.

2020: VE SONBAHAR GELDİ

Yeşil Devrim döngüsünün sınır noktasına ulaşması hiç de şaşırtıcı değildi. Tarımla geçinen Pencap’ın giderek kötüleşen bir ekonomik ve ekolojik felakete doğru sürüklenmesinin gerçek olması da öyle. Daha 1970’lerin başında, eleştirmenler bu yaklaşan felaketi işaret etmiş ve bu hususta olağandışı bir keskinlikle uyarıda bulunmuşlardı. Kapitalizmin işi kapitalizmdir. Yani mahveder. Kriz, onun kalıcı patolojisidir. Ancak, eğer öyleyse, krizler yalnızca kapitalizmin temel kullanışsızlığını teşhir etmez, aynı zamanda kapitalizmin kendini yeniden yapılandırması için de genellikle çok daha büyük ölçekte yeni fırsatlar doğururlar. Tam da kapitalist birikim döngüsü tamamen çökmüş gibi görünürken, daha geniş bir döngünün dışa doğru dönmeye başladığı keşfedilir.

Ve eğer ortada şaşırtıcı olan bir şey varsa, o da BJP liderliğindeki sağcıların bu yasaları ateşli bir zalimlikle onaylamasıdır. Parlamenter demokrasinin kurallarına uymayı bile kesin biçimde reddetmesi, bu kapitalist yeniden yapılanmayı kolaylaştırmak için yaşadığı çaresizliğin bir işareti olarak görülmeli. Şu halde, var olan konjonktürü bir perspektife oturtmak gerekir: Yeşil Devrim’in baharı -verimlilik oranları büyük olan kazançlar ve sermaye egemenliğindeki tarım üzerine kurulan kâr döngüsü- uzun vadede bir durgunluğa girdi. Bunu, daha fazla değilse bile son 20 yıldır biliyoruz.

Ve şayet bu son tarımsal yasalar uygulamaya geçerse, artık ziyadesiyle farklı, devlet destekli Yeşil Devrim rejimin dayattığı sınırlarının kırılmak istendiği tarihsel bir döngüye gireceğiz demektir. Fernand Braudel’in meşhur cümlesini yeniden hatırlayarak, sömürge sonrası bir sonbaharın yakın olduğunu düşünüyorum. Ancak, Braudel’in durumunda, ‘sonbahar’, sermayenin endüstrilerden finansa dünya tarihi içerisindeki göçünü işaret ediyorsa, o durumda, bizim sömürge sonrası bağlamımızda ‘sonbahar’, ticari kapitalizmin kendine özgü ‘dönüşünü’ vurgular zira bu ‘dönüş’, ticari kapitalizm yüzünden, sömürgeci tarım ekonomisinin dayanak noktasıdır.

Jairus Banaji, 19’uncu yüzyılın ortalarından sonlarına dek Deccan köylülüğü hakkında gerçekleştirdiği ufuk açıcı çalışmasında, sömürge gelir değerlendirme rejiminin, Deccan bölgesindeki tarımsal üretim alanına hükmetmek ve onu kontrol etmek isteyen tüccarlar, bankacılar ve komisyonculardan oluşan kılcal bir ağı nasıl da geniş bir ticaret ağına dönüştürdüğünü aktarıyor.

Banaji’nin de detaylandırdığı üzere, İngiliz sömürge devletinin toprak gelirlerine ilişkin artan talebi, köylü aileleri, bu bağımlılığı benzersiz bir kapitalist form haline getirerek zengin kapitalistlere artan bir bağımlılığa itti. Köylüler, resmi bağlamda kendi topraklarının mülkiyetini koruyor olsalar da aslında ücretli işçi olarak çalışıyorlardı. Banaji’nin belirttiği üzere, tefeciler tarafından verilen krediler, köylüler için maaş işlevi görüyordu. Buna karşılık, tefeciler, sezonluk mahsulün büyük kısmını kendi kârları olarak aldılar ve bu, Marx’ın da ileri görüşlü bir biçimde belirttiği gibi, ‘artı değerin yalnızca başka bir ismi’ idi.

Zaman geçtikçe, köylü aileler yalnızca sömürge gelirlerini ödemek için değil, aynı zamanda günlük geçimlerini karşılamak ve tarımsal üretimin tüm mevsimsel döngüsünü yenilemek için de tefecilere bağımlı hale getirildiler. Banaji’ye göre, bu bağımlılık, kapitalizmin var olan emek sürecini bir dönüşüme sokmadan hakimiyeti altına alması ve üretim biçiminin dönüşümü ve bunun sonucunda emek verimliliğindeki artış da dahil olmak üzere, belirgin avantajları olmayan bir kapitalizm türüne yol açması, Marx’ın ‘biçimsel bağımlılık/içerilme’ (ing. formal subsumption) kavramıyla ifade edilir.

Neredeyse 150 yıl sonra, ticari kapitalizm bir kez daha su yüzüne çıktı; fakat şimdi bağımlılığın/içerilmenin tarihsel sürekliliğinin en uç noktasında duruyor. Kapitalizmle bağlantılı çeşitli avantajlar, özellikle de yukarıda belirtildiği haliyle sermaye-yoğun tarımın üst sınırlarına az çok ulaştığı ve tarımsal büyümenin artık yalnızca daha fazla mekanize tarım girdisi yoluyla teşvik edilebildiği Pencap gibi yerlerde, durmaksızın yollarına devam ettiler. Geçmişte Kongre Partisi hükümeti sermaye-yoğun tarımın hayata geçirilmesini kolaylaştırmak için tarım piyasası üzerinde bir devlet denetimi oluşturmuşken, BJP, tarımsal üretim üzerinde bir grup farklı tarım şirketinin hakimiyetini kolaylaştırmak amacıyla devlet denetimi sağlayan bu yapıyı ortadan kaldırmaya karar verdi.

Bugüne dek, Adani benzeri bu şirketler, tahılları depolama ve dağıtma sorumluluğunu gerçekleştirme işinde devlete ‘yardım etmek’ gibi sınırlı bir rol oynadılar. Ne var ki, şimdi BJP liderliğindeki sağcılar, tüccarlar ve perakendeciler tarafından temel tarımsal malların depolanmasıyla ilgili mevcut sınırlamaları iptal ettiği ve sözleşmeli tarım için yasal bir çerçeve oluşturmak istediği için, bu durumun değiştirilmesi gerekiyor. Açıkçası, yeni yasalar tarımsal ticaret şirketlerinin zirai üretim alanını ele geçirmesine olanak sağlamak ve bunu kolaylaştırmak üzere tasarlandı. Yine de kesin olmayan şey, bu devir işleminin alacağı nihai siyasi-ekonomik biçim…

Yeni ticari kapitalistler, mevcut çiftçiler en azından önümüzdeki birkaç yıl boyunca giderek daha borçlu ve tarım şirketlerine daha bağımlı hale gelirken, kendi toprak ve üretim araçlarının mülkiyetini resmen korumaya devam edecekleri ticari kapitalizmin sömürgeci biçimini yeniden mi tasarlayacaklar? Yoksa ani bir kitlesel topraksızlaşma felaketini mi tetikleyecekler? Eğer ikincisini yaparlarsa, tarım şirketleri yeni birleştirilmiş ve son derece büyük arazilerinde daha büyük ve daha güçlü tarım makineleri mi sahaya sürecekler? Ve bu durum, Hindistan’ın hâlihazırda aşırı büyük olan nüfus sayısında dramatik bir artışı teşvik etmeyecek mi?

Eğer Yeşil Devrim, Pencap gibi sadece bir avuç eyalete öncelik tanıyarak ülkede eşit olmayan bir tarımsal gelişimi teşvik ettiyse, bu yeni tarım rejimi tarafından hangi yeni eşitsizlik biçimleri ortaya çıkarılacak? Son olarak, hububat yetiştiriciliğinde dramatik bir düşüşe ve bununla bağlantılı biçimde nişasta değirmenleri veya etanol üretimi gibi yalnızca endüstriyel amaçlar için kullanılacak yeni ve kazançlı mahsullerin üretiminde bir artışa mı tanık olacağız? Peki bu durum, ülkede zaten kronik olan açlık ve yetersiz beslenme krizlerini daha da şiddetlendirmeyecek mi?

Bu soruların herhangi birine kesin bir yanıt bulmak zor. Bir noktanın ötesinde, en azından her kapitalist dönüm noktası birden fazla olasılık taşıdığı için, kapitalizmin gelecekteki yörüngesini öngörmeye çabalamak beyhude olacaktır. En nihayetinde, bu yörünge, kapitalizmin kâr elde etme konusundaki sonsuz iştahı ile emekçi insanların süregiden sömürüden kurtulma, yani tamamen kâr peşinde koşmaya dair ‘herkesin bildiği sırdan’ kurtulma ve emtia üretme biçiminin egemenliğinin ötesinde bir dünya inşa ederek kapitalizmi aşma kararlılığı arasında devam eden siyasi mücadeleyle belirlenir.

Bu durum, bizim öznel sömürge sonrası dönemimiz için de geçerli. Gramsci’nin meşhur aforizmasını yeniden hatırlarsak, ‘eski’ öldü ve ‘yeni’ doğmayı bekliyor. Ve bu geçiş aşamasında, çiftçilerin ve işçilerin direnişinde göz alıcı bir zemin açığa çıktı. Eğer söylenmesi gereken bir şey varsa, bu da Hindistan’ın sömürge sonrası tarih yayının büküleceği yönü belirleyecek olan şeyin çiftçiler ve işçiler tarafından yönlendirilen bu kitle hareketi olduğudur.

YENİ BİR SINIR

Yeni Delhi’nin Tikri sınırında toplanan coşkulu insanların arasında gezinirken, bir pankartta “Ambani ve Adani = Doğu Hindistan Şirketi” yazılı bir pankart gördüm. Ticari kapitalizmin sömürge dönemindeki dinamiğinin bu efsanevi dönüşünün, bu işgallerde bir sağduyu havasını nasıl kazandığı dikkat çekicidir. Pankartın kendisi, sömürge dönemi ile sömürge sonrasını kapsayan uzun bir zaman diliminin cesurca bir özetini sunuyor ve yüzlerce farklı tarihsel çarkı basit ama yankılanan bir tıkırtıyla kusursuz bir şekilde hizaya getiriyor.

Okulda okutulan milliyetçi ders kitaplarına derinlemesine göz atan herkes, Doğu Hindistan Şirketi’nin egemenliği altında, Bengal köylülerinin borç köleliği aracılığıyla nasıl bağımlı hale getirildiğini, yalnızca çivit gibi kazanç getiren ürünleri yetiştirmeye zorlandığını ve ekicilerin, tüccarların ve şirketin kira, faiz ve kazanç şeklinde büyük kârlar elde ettiğini zaten bilir.

Artık, çiftçiler ve tarım işçileri, milliyetçi tarihte aktarılan bu popüler dersi ulus-devletin kendisine karşı çevirdiler. Aynı ders, şimdi günümüze uyarlanmış bir halde okunuyor: Sömürü sonrası devlet açısından Adani ve Ambani şirketleri, İngiliz İmparatorluğu için Doğu Hindistan Şirketi’nin işlevini görmektedir; yani emekçi insanların acımasız biçimde sömürülmesinin failleridir.

Yine de, bu radikal dersin içerdiği tarihsel sonuçlar henüz tam anlamıyla açığa çıkmadı. Bunun nedeni, hiç de protestocuların çoğu zaman BJP liderliğindeki sağcı hükümetin siyasetine aşırı takıntılı görünmeleri değildir. Yeni tarım yasalarına yönelik eleştiriler, iktidar hükümetinin bu yasaları hazırlamayı tercih ettiğini ve bu yasaların sağcı siyasi ideolojisini simgelediğini tekrar ve tekrar gösteriyor. Bu, bir yere kadar doğru. Ve yine de, yukarıda da belirttiğim üzere, tarım yasaları aslında tarım sektöründe devam eden durgunluktan kaynaklanıyor ve BJP’nin izlediği politikalar, yaşanan siyasi kargaşaya neden olmakla birlikte, sömürge sonrası Hindistan’da kapitalizmin az önce belirtilen taleplerinin bir neticesidir.

Neden ve sonuç arasındaki bu ayrımı bir perspektife oturtalım. Neredeyse tüm ulus devletlerin olduğu gibi, sömürge sonrası Hindistan’ın egemenliği de başarılı sermaye birikimlerine ihtiyaç duymuştur. Sömürge sonrası Hint devleti, ancak sermayenin hayat veren kanı kendi siyaseti bedeninde dolaşmaya devam ettiği müddetçe gelişebilir. Michael Heinrich’in açık biçimde işaret ettiği üzere, “hiçbir hükümet bu bağımlılıktan kurtulamaz”. Aksine, Kongre Partisi’nin Yeşil Devrim’i ile BJP liderliğindeki sağcı Yeşil Devrim 2.0 arasındaki esrarengiz eşgüdüm, bu aşırı bağımlılığı teyit etmeye hizmet ediyor. O halde, kısaca söylemek gerekirse, sağcılar bu bağımlılık sebebiyle yeni tarım yasalarını pek tercih etmese de uygulamaya zorlanmışlardır.

Şu an itibariyle, Hindistan’ın kamusal alanı, sürmekte olan işgallere dair karşıt demeçlerle dolu. Son haftalarda, çok sayıda makale, çiftçilerin ve işçilerin kitlesel seferberliğine değindi ancak bu makaleler, bu işgallerin siyasal stratejileri ve taktiklerinden ziyade, sadece demokrasi ve muhalefetin, Cumhuriyet ve Anayasa’nın, vatandaşlar ve egemenlerin etrafa yayılan lakırdılarını yansıtıyordu. Bu, Hindistan parlamentosuna giden bütün yolların protestolarla kapalı olduğu ve sürmekte olan bu kitlesel hareket de dahil olmak üzere, protestoların Hint demokrasisinin işleyişinde bir reform yapmaya ve bu yolla daha iyi bir yönetimi garantilemeye hizmet edeceği bir dünya.

Bu arada, devam eden hareketin bünyesinde, bu popüler açıklamaları sömürge sonrası demokrasiye olan kalıcı bağlılığından kurtarmayı ve bu yolla politik ufkumuzu kapitalist baskıların sinsiliğinin ötesine uzanan yeni ve aslında demokratik olasılıklara açmayı hedefleyen farklı bir siyasi alt akım mevcut. Bu, var olan koşullar altında yeni iktidar hükümetlerinin, kapitalizmin aynı eskimiş gerçeklerini yeniden üretmek zorunda kalacakları anlayışı üzerine kurulmuş olan bir dünya. Bu dünyada, parlamento tüm protestoların öldüğü yerdir.

Geçtiğimiz günlerde, Stüdyo Safdar’ın ev sahipliği yaptığı ‘Toprağın Şarkıları’ isimli bir internet etkinliğinde, bu iki dünya yakın bir temas yaşadı. Tartışmacılardan biri, Pencap’ta söylenen protesto şarkılarının farklı kültürleri bağlamsallaştırdığını ve Pencaplıların devam eden işgalleri nasıl ‘sınır’ diye nitelendirdiğini ortaya koydu. Çoğu zaman, arkadaşların birbirlerine “Ne zaman sınıra gitmeyi planlıyorsun?” diye sorduğu duyulabiliyordu.

Az önce bahsettiğim ‘bağımlılıktan kurtulmak’, ‘sınır’dan daha isabetli bir kavram olabilir. Yine de, programa katılan bir tartışmacının ifadeleri, bir çeşit diyalektik bağlamda ters yüz etme eylemi içeriyor. Söz konusu sınırın, kendi vatandaşlarının ulusal başkente girmesini engellemek amacıyla Hindistan devleti tarafından inşa edildiğini savunuyordu. İşin gerçeği, bazı başka yazarlar ve aydınlar da benzer iddialarda bulundular. Mesela, Shahjahanpur’daki protestolara gerçekleştirdiği ziyareti aktaran antropolog ve tarihçi Shail Mayaram, “8. Ulusal Otoyol’un bir tarafını tıkayanlar köylüler değil, Haryana polisi” diye yazdı.

Zorlama ve hatta kısmen doğru olsa bile, bu açıklamalar, şu anki emekçi halk hareketini liberal demokrasinin milliyetçi çerçevesi içinde konumlandırıyor veya daha doğrusu sınırlıyor; daha da doğrusu, çiftçileri ve işçileri iktidar hükümeti tarafından haksızlık yapılan vatandaşlar olarak gösteriyor. Ve bunu yaparken, tüm politik araçları emekçilerin elinden çekip alıyor. Bahsi geçen sınır, gerçekten de eyalet polisi ve iktidar yanlısı silahlı güçler tarafından inşa edilmiş olsa dahi, bunun, çiftçilerin ve çok sayıdaki barikatı yıkıp Yeni Delhi’ye yürürken birkaç dikenli siperi aşan tarım işçilerinin kararlı militanlığına tepki olarak kurulduğunu belirtmek gerekiyor. Ve artık, protestocular ulusal başkentin varoşlarında konuşlanmışken bunun sebebi yalnızca Hindistan devletinin kolluk güçleri tarafından engellenmiş olmaları değil.

Kasım ayının son günlerinde, BJP liderliğindeki hükümet, protestocuların ulusal başkente girmelerine ve protestolarını belirlenen bir yerde sürdürmelerine izin vermişti. Buna karşın, protestocular bunu yapmayı reddettiler ve bunun yerine, tam olarak bu sınırı işgal ederek kendi bölgeleri haline getirmeyi tercih ettiler.

Traktör ve yük arabalarından oluşan topluluklarını hemen birkaç farklı kampa böldüler; kampları gece gündüz çalışan topluluk mutfakları ve açık kütüphanelerle donatarak, siyasi ve kültürel programlara ev sahipliği amacıyla bir takım farklı katmanlar inşa ettiler. Bu işgaller yalnızca Hindistan Parlamentosu’nda reform yapmak için yola çıkan mağdur vatandaşların tepkisi değil. Daha ziyade, militan anti-kapitalist mücadelenin hâlâ gelişmekte olan hikâyesindeki mühim bir aşamadır.

Daha da önemlisi, -polis ve paramiliter güçler tarafından çizilen ve emekçi insanlar tarafından işgal edilen- bu yeni sınırın kurulması, protestocuların bizzat kendileri tarafından yaygın biçimde belgelendiği gibi, insanların sömürge sonrası durumla ilgili deneyimlerinde tarihi bir dönüşümü hızlandırdı.

Örneğin, Sukhjinder Mahesari’nin şu anda Tikri sınırında bulunan işgal alanında yayın yapan çok-lisanlı bir gazete olan Trolley Times’ın ikinci sayısında yayınlanan kısa makalesini ele alalım. Mahesari, Yeni Delhi’deki işgallere katılmak üzere yolculuk yapan protesto konvoyunun Haryana polisi tarafından defalarca nasıl saldırıya uğradığını ve Habri adlı küçük bir köydeki bir Gurudwara’ya (‘gurdwara’ adıyla da bilenen Sihlere ait tapınağa/ç.n.) sığınmak zorunda kaldıklarını dokunaklı biçimde anlatıyor.

Mahesari, Gurudwara’daki karşılıklı yardımlaşmaya ilişkin bazı dokunaklı sahnelerin ortasında, konvoyunun tesadüfen İngiliz sömürgeciler tarafından Rowlatt Yasası’na (1919) muhalif siyasi örgütlenme faaliyetleri nedeniyle ömür boyu hapse mahkûm edilen meşhur sömürge karşıtı devrimci Kartar Singh Jhabbar’ın köyüne ulaştığını fark eder. Ziyadesiyle esrarengiz bir tesadüf sonucu, yüz yıl sonra, şu anki hükümet Rowlatt Yasası’nın sömürge sonrası versiyonunu, yani kötü bir şöhrete sahip olan Yasadışı Faaliyetleri Önleme Yasası’nı, protestocuları yargılama ya da soruşturma olmadan suçlamak ve hapsetmek için devreye sokuyor.

Mahesari, makalesini tamamlarken, bu konvoyun Habri köyüne gelişinin tam olarak tarihi bir döngüyü tamamladığını kaydediyor. Hindistan devletince uygulanan acımasız şiddet, bir önceki yüzyılın sömürge karşıtı mücadelesinin henüz tamamlanmadığının da bir işaretidir. Ve, bununla birlikte, yaşanan protestolar, bir kez daha aynı mücadeleyi başlatma doğrultusunda bir girişimdir.

Bu sınır, ülkenin dört bir yanından buraya gelen ve çiftçi ve tarım işçilerinden oluşan yüzlerce benzer konvoy için devrim niteliğinde bir mihenk taşı haline geldi. Polis ve paramiliter güçlerin vahşi saldırılarına karşı koyarken, direnişçiler, sömürge sonrası devletin yerli ve yabancı kapitalistlerin köleleşmiş bir ayakçısından başka bir şey olmadığını anlamaya başlıyorlar.

Ancak unutulmamalı ki, ülkenin diğer tarım eyaletlerindeki protestoların büyüklüğü ve yoğunluğuna, kendi özel siyasi-ekonomik koşulları da aracılık ediliyor. Eğer şimdiye dek Pencap bu protestoların kahramanı olarak ortaya çıktıysa, bunun nedeni, Yeşil Devrim krizlerinin en yoğun biçimde burada yaşanıyor olmasıdır. Ülkenin pek çok yerinde, tarım piyasası üzerindeki devlet denetimi zaten ortadan kaldırıldı, diğer bazı bölgelerde ise sözleşmeli tarım çoktandır gündelik bir gerçeklik haline geldi. Bu durum ise farklı bölgelerdeki protestoların boyutlarını, çiftçilerin ve tarım işçilerinin karşılaştığı devlet şiddetinin yoğunluğunu ve basında yer aldıkları haberleri etkiledi.

DAĞITIM MÜCADELELERİ

Bu sınır, var olan siyasal-ekonomik gerekliliklere taktik bir cevaptır. Yeni Delhi etrafındaki yeni sınırın ortaya çıkışına, Pencap’taki diğer birkaç küçük sınırın ortaya çıkışı eşlik etti. Başlıca tarımsal ticaret şirketleri, el altından daha büyük ambarlar ve daha büyük araziler satın alarak ve özel demiryolu hatları inşa ederek faaliyetlerini genişletmeye başlamışken, Pencap’taki emekçi insanlar bu gelişmelere çok sayıda tren istasyonunu ve otoyol gişelerini işgal ederek ve ayrıca bu şirketlerin sahip oldukları termik santralleri, benzin istasyonlarını, alışveriş merkezlerini, siloları ve baz istasyonlarının faaliyetlerini durdurarak yanıt verdiler.

Bir mücadele alanı olarak işgaller hakkında birçok şey yazıldı: Geniş karşılıklı yardımlaşma ağları, sendika liderlerinin oynadığı rol, mücadele cephelerinde kadınların varlığı, protest müzik kültürü, bu işgallerde kütüphanelerin taşıdığı önem, Sih inancının protestoculara verdiği eşitlikçi gelecek vizyonu ve bunun gibi şeylerden bahsedildi. Buna karşın, bir taktik olarak işgaller hakkında çok az makale yazıldı.

Devam eden işgaller, Joshua Clover’dan ödünç bir kavramla ‘dağıtım mücadeleleri’ diye sınıflandırılabilir. Clover, ABD’de bulunan sanayi sektörünün kazancındaki kalıcı çöküşün ardından, sermayenin etkinlik alanını dağıtım sektörüne kaydırdığını savunuyor. Finans, sigorta, gayrimenkul ve tedarik zincirlerinin küresel çapta ulaştırılması, kâr getiren yeni imkânlar sunuyor. Dahası, Clover dünya tarihindeki bu değişimlerin sonrasında sınıf mücadelesinin de aynı yolu izlediğini öne sürüyor. Clover’a göre, işgaller, kuşatmalar ve ayaklanmalar, yeni dağıtım mücadelelerinin öncelikli taktikleri haline geldi.

Bu durum, bir tarafta ticari kapitalizmin çifte yükselişinin, diğer tarafta ablukalar ve işgallerin damgasını vurduğu sömürge sonrası özgün dönüm noktamızda gayet net biçimde yankısını bulduğunu gösteriyor.

Ancak benzerlikler burada bitiyor. ABD’deki dağıtım mücadeleleri, özellikle de geçici ya da kalıcı biçimde ırk ayrımcılığına uğrayarak kapitalist üretim alanından dışlanmış büyük bir nüfusu öne çıkarırken, sömürge sonrası Hindistan’daki eşdeğeri, yeni tarım yasaları tarafından dışlanacakları korkusuyla hareket eden çiftçiler ve tarım işçilerinden oluşuyor. Bu uğurdaki sömürge sonrası işgaller, Hindistan devletine yönelik belirli bir politik talep etrafında evrildi: “Tarım yasalarını geri çekin, yoksa kötü şeyler olur.” An itibariyle, her şey bununla bağlantılı.

Şimdiye dek tarım arazilerinde tecrit edilen Hint çiftçileri ve işçileri birden bire bilinmeyen bir bölgeye itildi. Bu, otoyollar ve demiryolu hatları, otoyol gişeleri ve benzin istasyonlarından oluşan dağıtım ‘uzamının’ bölgesidir. Yeni bölgelerinde yürüyen bu çiftçiler ve işçiler yollarda dağıtılmış barikat yığınları bırakmak ve diğer yerlerde kuşatma ve işgaller oluşturmak gibi bir takım yeni politik taktikler geliştirdiler.

Ve son iki ay boyunca, mücadeleleri Hindistan’daki kamusal alanda heyecan yaratırken, son yedi yıldır ilk kez sağcı hükümeti köşeye sıkıştırdı. Daha da önemlisi, sermayenin işleyişinde bir duraklama yarattı. Çiftçiler ve işçiler, ekim ayında, Pencap’taki birçok termik santrale kömür tedarik eden yük trenlerinin hareket etmesini engellediler. Bu tesisler kapanmaya başladığında, devlet büyük bir elektrik krizinin eşiğine geldi.

Ve yine de, tıpkı diğer taktiksel doğaçlamalar gibi, bu işgaller de birkaç soruyu yanıtsız bırakıyor. Mesela, dağıtım alanı hızla bir işgal ve abluka yuvasına dönüşmüş olsa da, tarımsal üretim alanına özgü kapitalist krizle ilişkileri hâlâ belirsizliğini koruyor. Benzer biçimde, hâlihazırda halkın yeni tarım yasalarının geri çekilmesi doğrultusundaki talebini destekleyen sınıf ve kast kesimleriyle ilgili söylenecek birçok şey var.

İlk protestolar başladığında, bazı siyasi analistler bunları sadece ‘zengin çiftçilerin’ mücadelesi diyerek süratle dışladı. Buna karşın, son haftalarda diğer yazarlar bu anlatıya karşı çıktılar ve bunun yerine, protestocuların oluşturduğu birliğin sınıf ve kast ayrışmalarını ortadan kaldırdığını teyit ettiler. Olan bir şey varsa, bu da anlatıların her birinin diğerinin aşırılıklarını yansıtıyor olmasıdır.

Eğer ilki, topraksız Dalitlerin ve Jatların bu mücadeledeki güçlü katılımını görmezden geliyorsa, ikincisi de fazlasıyla açık olan bir noktayı, yani siyasi bir mücadeledeki dayanışmanın kast ve sınıfın yapısal işleyişini kendi kendine yok etmediği noktasını görmezden geliyor.

Örneğin, büyük kısmı Dalitlerden oluşan topraksız işçilerin siyasi katılımının, tarlalarda yevmiyelerini kazanma ya da işlerini kaybetme ihtimalleriyle nasıl ciddi bir şekilde sınırlandığını düşünün. Tek başına bu gerçek bile, kasta dayalı işgücünün (ve emekçilerin) nesnel yapısının, belirli kişi ve kuruluşların siyasi taahhütlerini aşan biçimde nasıl işlediğini göstermeye yetiyor olmalı.

Bu yaklaşım, sürmekte olan mücadeleyi eleştirmek için değil, bundan ziyade, içinde dönüşüm geçirdiği nesnel koşulları işaret etmek ve bu koşulların -bir yandan kitlesel topraksızlaşma ve borçluluk, diğer yandan orta ve büyük ölçekli çiftçilerin yükselişinin- bir önceki sermaye birikimi döngüsü tarafından nasıl oluşturulduğunu açıklığa kavuşturma amacı taşıyor. Farklı biçimde söylersek, bu, Yeşil Devrim 2.0’ın uygulanmasına karşı yürütülen mücadelenin tarihsel olarak 1960’larda Yeşil Devrim’in uygulanması esnasında ortaya çıkan krizlerden kaynaklandığına işaret etmektir.

Bütün siyasal mücadeleler gibi, bu da, Marx’ın ifadesiyle ‘geçmişten aktarılan’ şartlar altında dönüşüyor. Ve er ya da geç, sürmekte olan bu işgaller, geçmişin ve günümüzün bu gergin diyalektiği ile boy ölçüşmek zorunda kalacak. Yani, işgaller korkusuz biçimde dağıtım akışını ve yarattığı girdapları boğmaya devam etse de, nihayetinde içten içe onları huzursuz eden bu soru üzerinde düşünmek zorunda kalacaklar.

Topraksız işçiler açısından yeni tarım yasalarının geri çekilmesi doğrultusunda dile getirilen yaygın talep ne anlam ifade ediyor? Bir taraftan, kitlesel topraksızlıklaşmanın gölgesi zaten topraksız olanlar yoluyla varoluşsal bir kimliği teşvik etti. Ve diğer taraftan, yerine getirilmesi halinde bu talep yalnızca Dalitlerin ve topraksız Jatların büyük Jat çiftçileri tarafından sonsuz biçimde sömürüldüğü ve baskıya maruz kaldığı hayatlarına geri dönecekleri bir durumu yeniden inşa etmeye hizmet edecek.

İşçi Birliği dergisiyle ile yapılan son röportajda, çok beğenilen bir belgesel olan Landless’ın yönetmeni Randeep Maddoke unutulmaz bir meydan okumada bulunuyor. Elbette, Maddoke, bunun öncelikle toprak sahiplerinin yarattığı bir hareket olduğunu kabul ediyor.

Öte yandan, yeni tarım yasaları, yeni tarım rejiminin yaşadığı güçlüklerde bir artışa neden olması muhtemel görünen topraksızları da meseleye dahil ediyor. Ve bu yüzden, bu işgallere topraksız işçilerin büyük bir katılım göstermesi hiç de şaşırtıcı değil. Ayrıca, Pencap’ta çiftçi sendikalarının bile bulunmadığına, insan ve kaynakların seferber edilmesinin tek başına topraksız işçi sendikaları tarafından yürütüldüğü birkaç köy olduğuna da işaret ediyor.

Hareketi dışarıdan eleştiren ‘entelektüellere’ cevap veren Maddoke, hareketin şu anki başarısının bu iç bölünmelerin küçük farklılıklarını hızla kavradıktan sonra çözüp çözemeyeceğine göre değerlendirilemeyeceğini savunuyor. Devam etmekte olan mücadelenin başarısı, bundan ziyade, benzeri görülmemiş bir kitle hareketi yarattığı gerçeğinde yatmakta. Ve en kısa sürede, bu hareket, kendi iç bölünmelerine karşın, Hindu faşistler tarafından dini azınlıklara, özellikle de Müslümanlara ve Dalitlere karşı uygulanan vahşi şiddete karşı bir ‘kalkan’ işlevi görecek. Ve ardından Maddoke, alaycı bir gülümsemeyle, hükümet şu anda göstericileri ‘zengin çiftçiler’ diyerek karalayan ‘entelektüelleri’ sindirmeye başladığında, bu gerçek ‘kalkanın’ onları da koruyacağı sonucuna ulaşıyor.

Son yıllarda, Rashtriya Swayamsevak Sangh’ın (kısaca RSS şeklinde anılan, Hindu milliyetçisi sağcı bir örgüt/ç.n.) büyüyen popülaritesi ve tetikçileri tarafından uygulanan korkunç şiddet, tamamen imkânsız olmasa da Hindistan’da siyasi bir örgütlenmeyi gittikçe daha zor bir hale getirdi.

Buna karşın yürütülen mücadele, bizlere, emeğin tabandan örgütlenmesinin yalnızca mümkün olmadığını, aynı zamanda katliamların ve inekler nedeniyle yaşanan linçlerin, devlet üniversitelerinde giderek artan askerileşmiş saldırıların ve azınlıkların, aydınların ve eylemcilerin yaygın biçimde hapsedildiği mevcut korku ve zulüm ortamında hayatta kalmamızı sağlamanın tek yolu olduğunu da öğretiyor.

Maddoke, devam eden bu işgallerin tarımsal üretim alanında da en nihayetinde olumlu yansımaları olacağını umuyor. Sonlara doğru, dinleyicilerine birçok açık uçlu soru bırakıyor. Pencaplı çiftçiler çeltik gibi aşırı su isteyen ürünleri yetiştirmeyi sürdürecek mi? Yoksa ekolojik açıdan daha sürdürülebilir ürünlere mi yönelecekler?

Ve marjinal ve küçük çiftçiler sürekli olarak küçülen ve kâr getirmeyen şahsi topraklarında çiftçilik yapmaya devam edecekler mi? Ya da bu arazileri bir araya getirecekler ve ilk olarak Pencap köylerindeki müşterek arazilerde ortaklaşa çiftçilik yapan topraksız Dalit işçileri tarafından hayata geçirilen ‘ortaklaşa tarım’ modelini mi benimseyecekler?

Bunlar dışında, daha zor sorular da söz konusu. Fakat Maddoke bunları sormuyor. Bu tamamen anlaşılabilir bir durum. Sürmekte olan mücadele hâlâ gelişmekte ve bir diyalektik felsefecisinin bir zamanlar yaptığı meşhur uyarıda söylediği şekilde, insan kendi gölgesinin üzerinden atlamaya çalışmamalı. Her halükarda, şunu yapmaya çalışayım ve ‘aklın tüm karamsarlığını’ üzerimde topladıktan sonra şu soruyu sorayım: Bu olumlu yansımalar, topraksızlığın ortadan kaldırılmasını ya da daha iyisi, mülkiyetin ortadan kaldırılmasını da kapsar mı?

Bu, yakın gelecekte bir noktada gerçekleşecek mi? Topraksız Dalit topluluklarının köylerdeki müşterek toprakları işleme hakkı talep ettiklerinde nasıl şiddetli biçimde saldırıya uğradıklarını düşünürsek, bu (mülkiyeti ya da topraksızlık halini/ç.n.) ortadan kaldırma süreci barışçıl olacak mı?

Birkaç hafta önce, sendika liderleri ile sağcı hükümet arasındaki görüşmelerin altıncı turu da başarısızlığa uğradıktan sonra konuşan ve ülkenin en büyük çiftçi sendikası Bhartiya Kisan Birliği’nin (Ugrahan) lideri olan Joginder Singh Ugrahan, bu üç tarım yasasının iptal edilmesi yönündeki geniş talebin, herhangi bir şekilde bu mücadelenin nihai hedefini temsil etmediğini duyurdu. Bundan ziyade, kendisinin de açık biçimde dile getirdiği üzere, bu talep, Pencap’taki tarım toplumunun tamamını dönüştürmeyi amaçlayan yeni bir hareketin başlangıç noktası olarak anlaşılmalı. O zamandan beridir, dört görüşme turu daha başarısızlığa uğradı.

İki hafta önce, hükümet üç tarım yasasını 18 ay süreyle askıya alma teklifinde bulundu; ne var ki, sendikalar bu teklifi kararlı biçimde reddettiler ve mücadele hız kesmeden sürdü. Şu ana kadar, bu yaygın talep topraksız işçiler, küçük ve orta ölçekli çiftçiler, Dalitler, kadınlar ve Jat çiftçiler de dahil olmak üzere, Pencap’taki tarım toplumunun çeşitli ve farklı bölümlerini bünyesinde toplamayı başardı. Geleneksel sol mücadelelerin yalnızca emekçi insanların belirli alt kesimlerine odaklanma eğiliminde olduğu düşünülürse, tek başına bu durum bile benzeri görülmemiş bir zaferdir. Yine de bu kalabalıkların bir araya gelmesinin hangi yapısal dönüşüm biçimlerine ilham kaynağı olacağı ucu açık bir soru olmaya devam ediyor. Talebin eski rejimi korumak biçimindeki sınırlı amacı ile daha iyi bir dünya yaratma arzusu arasında gerilimler mevcut.

SONUÇ OLARAK

Sürmekte olan protestoları gerçekleştiren 32 çiftçi ve işçi sendikasının şemsiye örgütü olan Samyukta Kisan Morcha, 26 Ocak günü Yeni Delhi’de bir ‘Traktör Yürüyüşü’ düzenledi. Bir gece önce, bir öğrenci örgütü olan SFS ile solcu bir çiftçi ve işçi sendikası olan Kisan Mazdoor Sangharsh Komitesi, Delhi polisi ile görüşerek organizasyon komitesi tarafından belirlenen zamanlama ve yürüyüş güzergâhlarına uymayacağını iletti. Beklendiği üzere, bu sendikaların üyeleri Yeni Delhi sınırlarındaki barikatları yıkarak sabahın erken saatlerinde yürüyüşe başladılar ve aynı esnada Rashtrapati Bhavan’da düzenlenen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının milliyetçi ihtişamına beklenmedik bir karşı duruş sergilediler.

Bu arada, kısa bir süre sonra diğer gruplar yürüyüş için resmen belirlenmiş olan güzergâhların bile barikatlar tarafından kapatıldığını ve silahlı polis ve çevik kuvvet birlikleri tarafından ağır şekilde güçlendirildiğini fark ettiler. Traktörler şehirde yollarını kaybetmeye başladığında, binlerce çiftçi ve işçi bir gün boyunca süren göz yaşartıcı gaz ve cop yağmurunda kolay bir av haline geldi.

Bazı direniş işaretleri de mevcuttu. Fakat barikatları yıkan traktörler kısa sürede polis tarafından köşeye sıkıştırıldı ve sürücüleri vahşi saldırılara maruz kaldı. Göz yaşartıcı gaz mermilerini polise geri atmaya devam eden halk grupları, en sonunda yorgun düşüp kalabalığın içinde kayboldu. Bu esnada, bu kaotik boğuşmanın ortasında, farklı bir gösterici grubu, Hindistan hükümetinin her yıl Bağımsızlık Günü’nü kutladığı bir Babür dönemi anıtı olan Kızıl Kale’ye topluca yürümeye karar verdi ve Sihlerin dini simgesi olan Nishan Sahib bayrağını indirdi.

Akşam olduğunda, organizasyon komitesi kendi saflarında yaşanan bu beklenmedik sorunların ve ayrışmaların boyutunu ölçmeye başlıyordu. Bu arada, hem liberal hem de sağcı medya kuruluşları çiftçilere ve tarım işçilerine karşı ülke çapında karalama kampanyaları düzenlemeye başlamıştı ve hatta açıkça devlet güçlerinin acımasız bir baskı uygulamasını talep ediyorlardı. Liberal politikacılar ve aydınlar hızla kendilerini protestolardan ayırıyor ve emekçi insanları ‘demokratik muhalefet’ sınırlarını aştıkları için kınıyorlardı.

Bu protestocular, şimdiye dek kararlı bir şekilde milliyetçi siyasete karşı koymuşken, şimdi kendilerini iktidardaki sağcı hükümete olan milli bağlılıklarını kanıtlamak zorunda kaldıkları anlamsız bir hal içinde buldular. Aksi takdirde, NIA’dan (Hindistan polisinin terörle mücadele birimi/ç.n.) gelen çağrılar ve isyan suçlamaları git gide yoğunlaşmaya devam edecek. Aslında, ‘Traktör Yürüyüşü’ daha düzenlenmeden önce bile, BJP hükümeti birkaç sendika aktivistini ve organizatörü hedef almaya başlamıştı; Nodeep Kaur örneğinde görüldüğü gibi bazıları o zamandan beri tutuklu ve hapishanede defalarca işkence ve cinsel tacize uğradı.

27 Ocak gecesi, Gazipur sınırında üstlenen polis ve milis kuvvetleri, o sırada uyumakta olan masum çiftçi ve işçilere saldırdı. Yetkililerin elektriği kesmesi ve tazyikli su tankerlerini konuşlandırmasının ardından bölgeyi boşaltmaları için bir ültimatom verildi. Sonraki gün, çevik kuvvet birlikleri getirildi ve silahlı güvenlik personeli bölgede bayraklı bir yürüyüş gerçekleştirdi.

Devlet protestoculara karşı vahşi bir baskı dalgası başlatmaya hazırlanırken, birkaç yeni çiftçi ve işçi konvoyu devam eden işgallere katılmak üzere Yeni Delhi’ye doğru yola çıktı. Bu arada, protestocuların Gazipur sınırındaki polis güçlerini başarılı bir şekilde püskürtmesinden birkaç saat sonra, sadece 44 kilometre kuzeyde, Hindu milliyetçisi sağcı bir örgüte üye olduğu iddia edilen ve 200’den fazla kişiden oluşan silahlı bir grup, Singhu sınırındaki işgal alanına saldırdı.

Bundan sonra, bu mücadele daha da şiddetlenecek. Liberal demokrasi bezirgânları tarafından kışkırtılan BJP liderliğindeki sağcı hükümetin, tarımsal kapitalizmin yeni döngüsüne karşı çıktığı sürece Hindistan’daki emekçi halka zulmetmeye devam edeceği ortada. Devlet onaylı bu son şiddet dalgasının, sömürge sonrası Hindistan devletinin işleyişinin ayrılmaz bir parçası gibi görülen efsanevi demokratik muhalefet ve protesto geleneklerinin aslında var olmadığını kesin biçimde bizlere öğretmesi gerekiyor. Aslında, bu ulus-devletin egemenliği, bunlardan ziyade, bitmek bilmeyen sermaye birikimi zorlamasının üzerine kurulmuştur ve yalnızca bundan ibarettir.

Bunun aksini düşünmek, devlet ile sermaye arasındaki bağımlılığın yapısal ilişkisini en temelden yanlış anlamaktır. Ve dahası, süren işgallerin devrimci dramı, bize, ortak sosyal hayatımızı bu bağımlılık ve zorlamalardan uzak tutmak amacıyla örgütlenmeye başlamadığımız sürece, sömürge sonrası demokrasinin uyanmayı başaramadığımız bir kâbus olarak kalacağını öğretiyor.

*Siyasetin, büyük şirketlerin yoğun etkisi ve baskısı altında belirlendiği yönetim biçimi. (ç.n.)


Yazının orijinali Spectre Journal sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)

Gazete Duvar 7 Şubat 2021

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu